TR

Osmanlı Devleti’nden – Türkiye Cumhuriyeti’ne İdeolojilerin Etkileri

Reform sürecinin bir diğer önemli basmağı ise 1856’da ilan edilen Islahat Fermanıdır. Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı tebaanın hak ve özgürlüklerini korumayı ve gözetmeyi bir kez daha tekrarlamıştır. Tanzimat Fermanının ilan edilme koşullarının aynıları Islahat Fermanı içinde geçerli olup tabandan olmayıp tepeden inme bir hareket olarak devletin bekasını sürdürmesini amaç edinmiştir (Gümüş, 2008: 219).

  1. Meşrutiyet, Sadrazam Sait Paşa’nın gazetelere verdiği demeçlerde belirttiği gibi padişahın o zamana kadar yürüttüğü siyasetten geri adım attığı ve millete hâkimiyet ve denetim hakkını veren bir belgedir (Elöve, 1952: 183). Ancak padişahın gelişen olaylar karşısında Kanun-i Esasiyi rafa kaldırması ve sorumlularını cezalandırması seçkin kesim üzerinde olumsuz etki yapmıştır. Bu etkilerin sonuçları 1908’de hürriyet ilan edilmesiyle son bulmuştur.

Osmanlı Devletinin reform tarihi olarak adlandırabileceğimiz bu süreç İkinci Meşrutiyet ile birlikte son bulmuştur. Sonrasında meydana gelen Birinci Dünya Savaşı ve onun yıkımından kurtulmak için topyekûn yapılan Kurtuluş Savaşı yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.

İşte bu reform süreci içinde devletin bekasını sağlamak isteyen yönetici seçkinler ile Avrupa’ya okumaya gönderilen gençler ya da açılına elçiliklerde görev yapan Osmanlı vatandaşları arasında çeşitli görüşler, fikirler olgunlaşmaya başlamış ve atılan her reform adımında bunların etkileri olmuştur. Tanzimat Fermanının ideolojik yapısını Osmanlıcılık, Osmanlı Vatanperverliği oluşturmaktadır (Demir, 2011: 337).

Tanzimat Fermanı ve Islahat Fermanı ile yapılan reformları yeterli görmeyen Genç Osmanlılar Cemiyeti çökmekte olan devleti kurtarmanın yollarını I. Meşrutiyete giden yolda aramışlardır (Karaca, 1991: 539,540).

Yine bu dönemde ortaya çıkan Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık akımları reform süreçlerine çeşitli şekillerde ve oranlarda etki etmişlerdir. Bu fikri akımların kadrosu daha önce belirtildiği gibi yönetici seçkinler ile Avrupa’ya yolu düşen ya da orada eğitim alan yine seçkin olarak adlandırabileceğimiz kişilerden oluşmaktadır. Hepsinin ortak gayesi ülkenin bekasını sürdürmesini sağlamaktı.

Çalışmanın temelini oluşturan bu fikri akımların değişim ve dönüşüme yaptığı etkiyi incelemeden önce bu fikirlere kaynaklık eden, onların ortaya çıkmasına ve Batı’da meydana gelen değişimlere kaynaklık eden milliyetçilik ile diğer fikri akımlar hakkında kısaca bilgi verilmiştir.

Milliyetçilik

Modern milliyetçilik akımının Fransız İhtilali sırasında doğduğu ve ortaya çıktığı genel bir kabuldür. Bu tarihten sonra özellikle Avrupa’da hızla yayılmış ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya gibi çok uluslu ülkelerde olumsuz etkileri görülürken, 1861’de İtalyan birliğinin ve 1871 yılında da Almanya birliğinin oluşmasına katkı sağlamıştır (Heywood, 2007a: 192).

Milliyetçilik, Millet kelime kökünden gelmektedir. Millet ise Latince Nasci (doğmak) ile Natio (doğumla birlikte ait olma ya da doğum yeri) terimlerinden türemiştir (Vincent, 2006: 379).

Vincent millet kavramını ortak bir soya, tarihe, kültür ve dile sahip bir insanlar grubunu işaret ettiğini ancak bir devlet ile ilişkilendirildiğinde etnik bağlılığından ayrı olarak birçok etnik grupla beraber bir devlete bağlılığın onaylandığını belirtmektedir. Milliyet ise belli bir devletin hukuki yurttaşlığını ifade etmektedir. (Vincent, 2006: 381).

Batılı kaynaklar Millet kelimesinin 13. yüzyıldan beri kullanıldığını belirtmektedir. (Heywood, 2007a: 191). Ancak Millet kavramı İslamiyet’ten önce Tevrat ve İncil’de mevcut olduğu gibi Kuran-ı Kerim’de de 15 kez anılmıştır (Karpat, 2011: 12).

Millet kelimesi ilk zamanlarda siyasi bir içerik taşımamaktadır. 18. yüzyılın sonlarına doğru Jakobenlere muhalif olan Fransız papazı Augustin Barruel tarafından kullanılmış ve 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde siyasi bir doktrin ya da hareket olarak yaygın bir şekilde kullanılmaya başlanmıştır (Heywood, 2007a: 191).

Milliyetçiliğin Fransız Devrimi ile birlikte özellikle 18. yüzyıl ve 19. yüzyılda siyasi olarak kullanılmaya başlanması aklımıza daha önceden neden kullanılmadığı sorusunu getirmektedir. Daha önceden de toplumlarda ortak soya, tarihe, kültüre ve dile sahip milletlerin olduğu bilinmektedir. Fakat istilacı ve yayılmacı bir yönetim tarzı içeren imparatorluklar ve büyük devletler içinde farklı kavimleri din olgusu içinde otoritelerini din kurumlarıyla paylaşarak ya da dil serbestliğini kabul ederek farklılıkları bir arada tutmayı başarmışlardır. Mevcut millet anlayışı her toplumun geçmişine, toplumsallaşma kurallarına, yer, zaman, kültür ve din farklılıklarına göre algılanmakta ve merkezi devlet tarafından tarif edilerek, topluma eğitim yoluyla yoğun bir propaganda kullanılarak kabul ettirilmektedir. Karpat, Müslümanların Millet ve Hristiyanların nation terimlerinin görünüşte aynı siyasi toplumu tanıttıklarını belirtmelerine rağmen içerik olarak farklı olduklarını belirtmektedir. Karpat’a göre Doğu’da toplumsal kimlik dini toplumsallaştırarak içselleştirmiş, kimliğin ayrılmaz bir parçası yapmıştır. Din Batı kimliğini de etkisi altına alsa da kavim, etnik kimlik dine göre daha ağır basmıştır (Karpat, 2011: 12).

Osmanlı Devleti 19. yüzyıla kadar kendi tarihi ve toplumsal gerçekliği ve içeriği doğrultusunda farklı kimlikleri Karpat’ın belirttiği ölçülerde bir arada tutmuştur. Bu tarihten sonra ise Batılı anlamda ortaya çıkan millet ve milliyetçilik tanımları ülkede etkili olmuş ve “Millet”, “Nation” şeklinde yeniden şekillendirilmeye başlanmıştır. Öncesinde Osmanlı Devletinde fark kimlik ve dine mensup olanlar aslında huzur içinde yaşadıkları coğrafyalarda dış güçlerin de etkisiyle arayış içine girmişler ve ülkeden kopmalar başlamıştır. Osmanlı Devletinde dini bakımdan hakim unsur hiç kuşkusuz Müslümanlardır. Müslümanlar içinde ise Anadolu’da ve Arabistan kıtasında Türkler, Araplar ve Kürtler ile Balkan yarımadasında Boşnak, Arnavut ve sonradan Müslüman olan Türkleri saymak mümkündür. Türkiye’nin millileşmesini bu unsurlar ile gayrimüslim unsurlar arasındaki ilişkiye göre irdelemek gerekir.

Cemaat (ümmet) olarak yaşayan Osmanlı Müslümanları devletin ekonomik ve askeri yükünü üzerlerine alarak ülkenin devamında büyük rol oynamışlardır. Batılı anlamda milliyetçiliğin gayrimüslim unsurlar arasında yayılması ve ülkeden toprak kopmalarının başlaması Müslüman unsurlar arasında da hak, özgürlük arayışlarını öncelikle reformlar şeklinde ortaya çıkarmış, sonrasında ise kendini farklı düşünceler içinde ama hepsi de ülkenin bekasının devamını sağlamayı amaçlamıştır.

Ahmet Cevdet Paşa’nın Osmanlı nüfusundan bahsederken asli unsurun Türklerden oluştuğunu belirtmesi, Mustafa Reşit Paşanın devlet idaresinin devamlı Türk olduğunu vurgulaması, Osmanlı’nın cemaat (ümmet) olmaktan çıkarak modern bir devlet haline gelmesinin Türkleşmeyle mümkün olduğunu göstermektedir (Karpat, 2011: 12). Aslında Osmanlı’nın kuruluş dönemlerinde idari mekanizmanın tamamen Türk aşiretlerden oluşması, devşirme sisteminin ortaya çıkmasıyla beraber, hanedana rakip olabilecek Türk ailelerin ve grupların idari mekanizmadan hariç tutulmaları uzun süre Türk kimliğinin bastırılmasına neden olmuştur. Devletin ana unsurunu oluşturan ve devleti kuran kimliğin ortaya çıkması etki ve tepki sonucu oluşmuş ve ana unsur kendi kurduğu devletin bekasını yine kendisi sağlama yoluna gitmiştir. Bu amaçla çeşitli şekillerde örgütlenmişler ve çeşitli fikirler etrafında mücadele etmişlerdir.

İşte bu noktada önceki paragrafta belirtildiği gibi milliyetçilik farklı şekillerde kendini gösterebilmektedir. Milliyetçilik 19. yüzyılın sonunda bayrak, milli marş, vatansever şiirler ve edebiyat, halk törenleri ve milli tatiller gibi sembollerin yaygınlaşması ve yoğun olarak kullanılmasıyla hedef kitleler üzerinde etki yapmıştır. Okuma-yazma oranının artması ve ilköğretimin yaygınlaşması sayesinde kitleler üzerinde siyasi bir etki yaratmış, önceleri liberal ve ilerlemeci hareketle bütünleşirken, zamanla muhafazakâr ve gerici siyasetçilerinde merkezi durumuna gelmiştir. Daha sonra ise sosyalizmin meydan okuyuşuna düzen, istikrar ve sosyal bütünlük kavramları ile karşılık vermiştir (Heywood, 2007a: 191).

Farklı düşüncelere ve akımlara göre milliyetçiliğin temelini oluşturan Batılı anlamdaki millet kavramı ile ilgili yaklaşımlara baktığımızda farklı düşüncelerin ortaya çıktığını görebiliriz. Liberallere göre milletler, haklarla özellikle eşit self-determinasyon hakkına haiz olmaları anlamında ahlaki varlıklardır. Muhafazakârlara göre millet, ortak etnik kimlik ve paylaşılan ortak tarihle oluşturulan bir bağ ve organik bir varlık olarak algılanır. Sosyalistler ise milleti, sosyal adaletsizliği ve var olan kurulu düzeni korumak ve sürdürmek amacıyla yapay bölünmelere neden olan bir olgu olarak görülür (Heywood, 2007a: 200). Bu bağlamda milliyetçiliği bir çatı kavram ya da doktrin olarak ele alabiliriz. Çünkü bütün siyasal ideolojiler ya da rejimlerin ana ekseninde ülkeye hizmet ve ülkenin bekası unsurları yer almaktadır. Liberal, muhafazakâr ve sosyalist ideoloji ekseninin herhangi birine sahip hükümet rejimlerinin ya da siyasal oluşumların hepsinin ortak gayesi ülkeye hizmettir. Amaç aynıdır ama yöntem farklıdır. Dolayısıyla karşımıza milliyetçilikle ilgili başka bir kavram ortaya çıkmaktadır ki o da vatanseverliktir. Milliyetçilik siyasi örgütlenmenin ana ilkesi olduğu inancını verirken, vatanseverlik bu inanca hem duygusal hem de milliyetçiliğin tüm şekillerine dipten bir destek sağlar (Heywood, 2007a: 191).

Heywood; milliyetçiliği liberal, muhafazakâr, yayılmacı ve anti kolonyal milliyetçilik şeklinde ayrıma tabi tutmuştur. İşte Osmanlı Devletinin bekasını tehdit eden en önemli husus yayılmacı ve anti kolonyal milliyetçilik olmuştur (Heywood, 2007b: 160-173). Emperyalist devletler kendi kimliğine yakın ya da ekonomik olarak çıkarları olan ülkelerde milliyetçiliği kullanarak etkili olmuşlar ve özellikle çok kimlikli Avusturya- Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu gibi ülkelerin dağılmasına neden olmuşlardır.

] }

AKADEMİK KAYNAK
 

 TR