-Kitabın ikinci bölümünde ise anlatılan konuların bazı özetleri de şöyle ki; kitap bu bölümde Osmanlı devletinin yıkılış/dağılış sürecine girdiği yerden almaya başlayarak Türk siyasi hayatının geçişi ve oluşumunu temel almış gibi. Öyle ki Osmanlı devleti dört bir kıtada etkin olan ve birden fazla etnik grubu barındıran kimi zaman sıkıntılı dönemler yaşasa da tebaasıyla iyi geçinen siyasi anlamda iktisadi ve içtimai anlamlarda da kuvvetli ve uluslararası arenada etkin bir devlet yönetimine ve kimliğine sahip imparatorluktu. Fransız ihtilali ile başlayan milliyetçilik akımı her ne kadar Avrupa’yı ele alsa da Osmanlı Devleti bu dönemden sonra Avrupa gibi kendi de etkilendi. Batı medeniyetlerinin artık Osmanlıya siyasi ve askeri olarak üstünlük kurmaya başladığı aktarılıyor. Bu sebeple gerileme yoluna düşen Osmanlı rakiplerini yakalamak adına yenileşme/modernleşme sürecine girmiş olduğu söyleniyor. Batı medeniyetlerini örnek almaya başlayan Osmanlı siyasi yönden uluslararası arenada da itibar kaybetmeye başladı. Osmanlı içindeki İslamcı kimlik oluşumu Avrupai modernleşme sürecine karşı çıkmış olsa da süreç bir elzemdi. Tebaa parçalanmaya başlamış asayişsizlikler ve ayrılıkçı hareketler yaşanmaya başlamış olduğu da aktarılanlar arasında. Kitap bu gibi konulara yer verirken bu süreçte rol alan padişahlarında yaptıklarını ele almayı unutmamış. III. Selim ile başlayan sürecin Abdülhamit ile biten noktasına kadar makul örneklerle tasvir etmiş. Ancak kitapta geçen II. Mahmut’un feodal beylere yıkıcı bir siyaset izleyerek merkeziyetçi bir politika izleyişinin anlatılması kimlik oluşumlarının dağınık halde değil herkesin bir arada merkez şekliyle yaşayarak bir elden yönetilerek ve bürokrasinin bir merkezden yürütülerek sağlanması aşamaları kimlikçi ve milliyetçi anlayışların daha da pekişmesine yol açacağını kaçınılmazlaştırdığını hissettiriyor. Islahatların yayımlanması fermanların ilanı gibi gelişmeler başlayınca ülke içindeki milliyetçi ve kimlikçi anlayışlarında ki insanlar harekete geçmeye başlamış. Nitekim herkim harekete geçtiyse savunduğu milliyetçiliği yaymayı hedef edinmiş. Namık kemal ‘Osmanlıcılık’-sadece Müslüman tebaa- Ziya Gökalp ‘Türkçülük’ vs. kanuni esasi yayımlandıktan sonra genç Osmanlıların devamı olan Jön Türkler ortaya çıkınca da siyasi otoriteye -padişaha- eleştiriler ve karışmalar/etki etmeler de yaşanmaya başladığı anladıklarımın arasında. İttihat ve Terakkicilerle beraber başlayan muhalefetlik İttihat ve terakkinin iktidar olmasına vesile olmuş ve bu durumdan sonra Osmanlı devleti bu şekilde I. Dünya savaşına kadar denge politikaları izlemiş. Ta ki savaş başlayana kadar. Kitap çöküşle başlayan Osmanlının daha da çöktüğünü ve bu gidişatın Osmanlının hiçe sayılma noktasına kadar geldiğini aktarıyor. Savaş hasbelkader Almanya’ya yakınlaşıp gemilerini alarak o gemilerinin Rus limanları bombalamasıyla bize de yansımış oldu ve nihayetinde mağlup ayrıldık. Daha sonra başlayan süreçte Atatürk’ün milliyetçi anlayışından doğan vatanseverlik duygusu ile birlikte Osmanlı halkını kimlik oluşumunda canlandıran politikalar izlemesi devleti çöküşün eşiğinden aldı ve artık Atatürk ile birlikte bir anda ortaya çıkan Türkiye cumhuriyeti kuruldu. Zamanla Osmanlının hiçe sayıldığı değerlerinin geri atıldığı/ötekileştirildiği dönemler oluşmaya başladığı anlatıların arasından çıkan sonuçtan biri. Osmanlıyı kurtarmak adına Turancılık İslamcılık Osmanlıcılık gibi kimlikçi duruşlar zaman içinde etki yaratmazken bir anda Kemalizm akımı ortaya çıktı ve koca imparatorluk ötekileştirildi ve yapılan değişimlerle de yeni bir kimlik oluşumunun başladığı yine anladıklarımın arasında. Latin harflerin kabulü Ezanın Türkçe okutulması gibi gelişmeler Osmanlının her anlamdan tasfiyesini ortaya koyuyor. Türkiye’de kimlik sorunlarını beraberinde getiren bu tasfiyeler Osmanlıyı anımsattı deniliyor ve bu yüzden modernleşme süreci derken gerileme ve kimlik kaybını ortaya çıkarttığı aktarılıyor. Bir dünya devi Osmanlı’dan ayrı bir dünya mı yaratılıyor: Türkiye Cumhuriyeti? -Kitabın üçüncü bölümünde ele alınan konulardan çıkardığım kritiklerin bazıları da şöyle; II. Abdülhamit döneminden süre gelen dış politikanın gelecek süreçte ki politika oluşumu açısından altın değerde olduğu söyleniyor. He ne kadar Atatürk sil baştan bir dış politika uygulamaya kalkışsa da bu politikasının temeli için yeterli değildir. İttihat ve Terakkicilerin uyguladıkları yanaşmaca politika anlayışı Abdülhamit döneminde olmadığı ve o dönemde padişahın politikasının esnek ve ince çizgide yürümesini sağlaması Osmanlının nitekim bir süre daha ayakta kalmasına oksijen sağlamıştır gibi bir çıkarım oluşuyor. Yazar bunu söyleyerek anlatmak istediği bana göre; bir politika uygularken o milletin kimliğine ve geçmişten gelen anlayış tarzına uydurmak uygulanan dış politika da yarar sağlar. Çünkü Osmanlı devleti her zaman kendi kimlik yapısını temel alarak bir dış politika yürütmüştür ve nitekim başarı da gelmiştir. I. Dünya savaşından sonra İttihatçıların dış politikasının çöktüğünü söyleyen yazar Cumhuriyet itibariyle de Misak-ı Milli çerçevesinde tekrardan oluşturulmaya çalışılan politikaya dikkat çekiyor. Bu bağlamda sınır güvenliği ve toprak bütünlüğü anlayışlı bir yol izlemeye başlayan Atatürk soğuk savaş dönemine kadar olan sürece kadar izlenecek olan bu süreci düzgün ve başarılı bir şekilde rayına koymaya başlamıştır. Hatay sorunu, Musul sorunu gibi Misakı Milli içerisinde yer alan bu gibi gelişmeleri de yine savaşsız ve akılcı bir politika izleyerek çözümlemeye çalışılmıştır diye aktaran kitap; nitekim Musul sorununda ilk defa taviz verilse de Hatay sorunu Fransa ile anlaşılarak geri alındığını ekliyor. Bu bağlam da kitap; Türk dış politikasının I. Dünya harbinden sonra izlediği yolu anlatarak Atatürk’ün uygulamaya çalıştığı politikaları ele almış ve Türk dış politika kimliğinin o dönemlerden itibaren içteki kimlik oluşumu sıkıntısı, savaş yorgunluğu gibi sebeplerden dolayı mücadelesiz uyum sağlayan ve reel bir politika izlendiği haline geldiğini yazmıştır. Soğuk savaş dönemine doğru gidilen bu süreçler de alınan tedbirlerle Balkan Antantı, Sadabat Paktı-hem doğu hem batı sınırlarını koruma altına alarak dış politika da etkin ve reel bir iz sürmüştür. Kimi zaman rakiplerine karşı da rakiplerinin rakibini dost edinerek dengeci bir politika izlemeye çalışmıştır diye de anlatılıyor. Mustafa Kemal’in dış politika anlayışlarının hem emperyalist güçlere karşı anti-emperyalist olması, hem de yayılmacı dış politika anlayışı izlemeyerek batılı devletlere düşmanlık algısı yaratmaması bu bağlamda dış politika da kimlik arayışlarının temellerini atmada yarar sağlamıştır çıkarımı var. Atatürk Türklerin aleyhine olan birçok konuyu da, batılı devletlerin aralarındaki farklılaşmadan kaynaklanan bozukluk arasında hallederek Türkler aleyhine olan birçok konuda ki ittifakı bozmuştur deniyor. Yani Atatürk birçok konuda denge politikası uygulayarak dış politika kimliğinde birçok konuyu lehine çevirmiştir denerek Misakı milli ile egemenliğini hem içte hem de dışta sağlayan Türkiye’nin modernleşmede iktisatta idaride siyasi de batıyı örnek aldığı ve almaya devam ettiği kaçınılmaz bir gerçek olduğu da anlaşılıyor. Ancak Türkiye’nin Lozan serüveninde göstermiş olduğu politika sonucu ortaya koyduğu başarı batılıların oluşturduğu uluslararası arenadaki siyasi ve diplomasi sistemlerinin de içinde yer aldığını bir parçası olduğunu yine kitap bizlere aktarıyor. Türk dış politikasının Atatürk sonrasında ayağı olan İsmet İnönü dönemi de soğuk savaş yıllarının yaşandığı ve Türkiye’nin sağlı sollu bir cendere içinde olduğu dönemdir. Kitap böyle ki galip devletlerin etkisinin kısa vadeli oluşu mağlup devletlerin ekonomik kriz patlama yaşamları soğuk savaşın yaşanmasına körük olmuş ve Almanya başlığında bir II. Dünya savaşı kendini gösterdiğini belirtiyor. Rusya’nın yayılmacı politikasına dikkat çeken kitap Türkiye’nin bu cendere içinde oluşturduğu dış politika kimliğinin de önemine ve dikkatine yer vermiştir. Rusya’nın yayılmacı politikası, ABD’nin yalnızlaşma politikası, İngilizlerin tarafsızlık politikası bu bağlamda Türkiye’yi dış politika da zora düşürmüştür, diyor. Rusya’nın boğazlara göz dikmesi ve Avrupa’da komünizm akımını yayma politikası Türk Dış politikasını tekrardan yanaşmaca hale getirmiş ve Avrupa ülkelerinden medet umar hale sürüklemiştir. Faka bu cendere de aradığını bulamayan Türkiye tekrardan yalnız kalmış ve Rusya’nın yayılmacı ve saldırgan politikasından korkar hale gelmiştir. Yani Türkiye savaştan yeni çıkmış ve yorgun bir devlet olduğu için mücadeleci ve yayılmacı bir dış politika kimliğini oluşturmaya asla yeltenmemiştir görüşünü ortaya atıyor. Tabi Sovyetlerin Avrupa da hızlı ilerleyişi ve etkisi hem ABD hem de İngilizleri rahatsız etti ve devreye girilmelerden sonra bu üç devlet arasında antlaşmalar yapılmaya başlandı bu sayede Türk dış politikası bu olaylara karşın oluşturulmaya başlandı. İki kutuplu oluşumların olmaya başlandığını aktaran kitap artık dünyanın doğu ve batı bloku olarak resmen ikiye ayrıldığını aktarıyor. Bu sebeple her iki tarafta nükleer olayların ortaya çıkmasıyla birlikte kendi güvenliğini sağlama almak amacıyla silahsızlanma antlaşmaları yapmaktan kaçınmayarak şaşırtıcı bir duruma da vesile oluyorlar. Bu gelişmelerle birlikte Türkiye kendini Dış politikada mevcut gücünü korumayı amaçlar bir anlayışla yürütmüştür. Ancak batıcılık anlayışı nedeniyle kendin batı devletlerin izine koyarak ilerlemeye çalışan Türkiye’nin de uluslararası arena da karar verme özerkliğine zeval getirdiği eklenen bilgiler arasında. Kemalizm’in Türk dış politika anlayışını da bu şekilde aktarıyor yazar.