1.4. Savaşlar ve Kurtuluş
İşgal altında geçen yaklaşık 3,5 yıllık süre zarfında İzmir’in kurtuluşu tüm Türk milletinin vazgeçilemez bir ülküsü haline gelmiştir. Millî Mücadele döneminde askerî harekâtın en önemli cephe savaşları Batı Anadolu’da, İzmir ve ard bölgesinde gerçekleşmiştir. Önceleri Kuvayı Milliye ile Yunan kuvvetleri durdurulmaya çalışılmış daha sonra düzenli ordu kurulmuş ve mücadele merkezileştirilmiştir. Bu cephede geçen savaşlar 1921 yılının başından itibaren gerçekleşerek Türk ve Yunan kuvvetlerini bu savaşın aktörleri yapmıştır. Türk Ordusu geriye kalan son vatan toprağını savunmanın derdindeyken yani yaşama refleksi göstermeye çalışırken Avrupalıların özellikle de İngilizlerin desteklediği Yunan Ordusu Anadolu’ya Türk insanın yaşama hakkını elinden almaya gelmiştir. İzmir’le başlayan Yunan işgali Anadolu’nun içlerine doğru ilerlerken Türk ordusu henüz oluşmasına karşın yine de bu saldırıları durdurabilmiş ancak zaman zaman da geri çekilmek zorunda kalmıştır. İşte bu geri çekilişin en son aşaması artık Yunan ordusunun Sakarya’da yenilmesiyle sona ermiştir.
Düzenli orduya geçildikten sonra arka arkaya kazanılan Birinci İnönü, İkinci İnönü Savaşları ve Sakarya Meydan Muharebeleri ile yurdun kurtarılması yolunda önemli adımlar atıldı. 26 Ağustos 1922 sabahı titizlikle hazırlanan taarruz planı uygulamaya konuldu. Mustafa Kemal’in: “Saldırının başlangıcından on dört gün sonra Yunanlıları denize dökmüş olacağım.” [10] kararlılığıyla 26–30 Ağustos 1922’de yapılan Büyük Taarruz, Türk İstiklâl Harbi’nin son safhasıdır. 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde bir gün içerisinde Yunan ordusunun en önemli bölümü etkisiz hale getirildi. Böylece kesin sonuç beş gün içinde elde edilmiş ve hazırlanan plan tam bir başarıyla uygulanmış oldu. 31 Ağustos günü Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü), ordu komutanları Yakup Şevki (Subaşı) ve Nurettin Paşa’ları karargâhını kurduğu Çalköy’ünde toplayarak, kaçabilen Yunan kuvvetlerinin hızla takip edilmesini ve İzmir ile dolaylarındaki kuvvetleriyle birleşmemesi için üç koldan Ege’ye doğru ilerlenmesini doğru bulduğunu belirtti. 1 Eylül’de Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, ordulara bir bildiri yayımlayarak şu tarihi emrini verdi: “Bütün arkadaşlarımın Anadolu’da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü, yiğitlik ve yurtseverlik kaynaklarını yarışırcasına esirgemeden vermeye devam eylemesini isterim. Ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!”. Böylece düşmanın akıbeti de belirlenmiş oldu. 31 Ağustos’ta başlayan amansız takip sonunda Türk kuvvetleri 2 Eylül’de yıkıntılar haline gelmiş Uşak’a girdi. Burada Yunan Ordusu Başkomutanı General Trikopis tutsak edildi. Takip harekâtı insanüstü bir hızla ilerledi. Türk askeri dinlenmek ve uyumak istemiyordu. Çünkü kurtardığı her kasabanın, köyün, şehrin Yunanlılar tarafından yakıldığını, bölgedeki Türklerin de acımasızca katledildiğini görmekteydi. 9 Eylül günü 1. Kolordu Kemalpaşa’ya, 2. Kolordu Manisa’ya, 4. Kolordu Turgutlu’ya ulaştı. Kuzeyde Kazancıbayırı’nda Yunan mevzilerine taarruz eden 3. Kolordu düşmanı atarak Bursa’ya ilerledi. Türk süvarileri üç yılı aşkın süredir yas çeken İzmir halkının sevinç gözyaşları arasında İzmir’e girdi. Türk Süvarileri İzmir’e girerken birkaç yerde hafif ateşle karşılaşmaktan başka bir olay olmadı, Kordon’dan geçerken bir İngiliz müfrezesi tarafından selamlandı. Türk bayrağı Hükümet Konağı’na ve Kadifekale’ye çekildi. Birinci Süvari Tümeni Komutanı Mürsel Paşa bir Fransız harp gemisi telsizi vasıtasıyla, İzmir’e girildiğini Ankara’ya bildirdi. İzmir’de Türk halkının sevinci o denli büyüktü ki askerler çiçek yağmuru altında kaldı. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa İzmir’in alınışı dolayısıyla ordulara şu tarihi mesajını yayınladı:
“İlk verdiğim Akdeniz hedefine varmakta orduların gösterdiği gayret ve fedakârlığı hürmet ve takdirle anarım. Elde edilen büyük muzafferiyetin yapıcısı olan kıymetli arkadaşlarıma en içten teşekkür ve tebriklerimi bildiririm. Orduların bundan sonra verilecek hedeflerin alınmasında da aynı fedakârlık yarışmasını göstereceklerine inancım tamdır”.[11]
İzmir’e ilk giren 2. Süvari Tümeni ve 4. Alay Komutanı Reşat Bey Kadifekale’ye bayrağımızı nasıl çektiğini şöyle anlatmıştır:”
Mensup olduğum 2. Süvari Tümeni 8 Eylül de Manisa’dan, Sabuncu Boğazı’ndan İzmir’e doğru ilerlerken, Kemalpaşa’dan İzmir’e geri çekilen Yunan kuvvetleriyle akşama kadar muharebe etti ve geceyi boğazda geçirdi. 9 Eylül sabahı da erkenden İzmir’e doğru hareket etti ve boğazdan çıkar çıkmaz İzmir göründü. Ne zamandan beri hasreti çekilen İzmir işte karşımızda idi. Bir an evvel ona kavuşmak arzusu hepimize, hatta altımızdaki hayvanlara bile, yorgunluğunu unutturmuştu. Yardımcım olan Yüzbaşı Şerafettin’e, daha önce üç bölüğü ile önden gitmesini emretmiştim. Tümenden aldığım emir üzerine Bornova’nın güneyinde makineli tüfekle İzmir’e kaçmakta olan düşman kuvvetlerine ateş edildi. Şerafettin’in kumandasındaki bölükler ve onların peşinden alayda Bornova’ya girdi ve durmadan ilerleyerek İzmir yoluna düştü. Bu yol perakende Yunan askerleriyle doluydu. Halkapınar fabrikasının bulunduğu yerden, Kadifekale istikametini tuttum. Şerafettin’de iki bölüğü ile Hükümet Konağı’na doğru ilerledi. Yolda topladığım Yunan zabit ve erlerini, emniyeti tesis için, yaya yürüttüğüm birkaç askerimizin önüne kattım ve bunları: “Herkes silahını teslim edip, işi gücüyle meşgul olsun. Kimseye fena muamele yapılmayacaktır.” diye Rumca bağırtıyordum. Geçtiğimiz Hıristiyan mahalleleri halkının, küçüğünden büyüğüne kadar hepsinin ellerinde silah, bazılarında da bomba vardı… Fakat hiçbiri bunları kullanmaya cesaret edemiyor, sersem sersem bakınarak kaçışıyorlardı. Bu mahallelerden kurtulur kurtulmaz, Basmane’ye vardık. Artık İzmir’in Türklerine kavuşmuştuk. Bunların büyük tezahüratı ortasında, zorlukla yol alarak, Kadifekale’ye çıktım ve emir çavuşum Celil’e, şanlı bayrağımızı çektirdim.
Yüzbaşı Şerafettin Bey’de durumu şöyle anlatmıştır:
“Seri yürüyüşle Bornova’ya girdik. Ama sokak aralarından geçerken, tahmin ettiğimiz gibi evlerden, şuradan buradan yağdırılan müthiş bir ateşle karşılaştık… Düşmanla çarpıştığımı gören alay komutanım Reşat Bey, derhal Amasyalı Mehmet Bey’in bölüğünü takviyemize gönderdi. Beni de iki bölükten mürekkep olan müfrezenin kumandanlığına tayin etti. Sokak muharebelerinden sonra Bornova İstasyonu’nu işgal ettik ve İzmir yolunda yürüyüşümüze devam ettik. Bu esnada da bağlar, bahçeler arasından üstümüze ateş ediliyordu. Bu ateşe ehemmiyet vermeyerek Mersinli’ye vardığımız zaman, Karşıyaka istikametinden gelerek, İzmir’e doğru giden bir düşman piyade yürüyüş koluna tesadüf ettik. Bizi görünce şaşırdılar, ellerinde silahları olduğu halde ne yapacaklarını bilemeyerek, şuraya buraya kaçışmaya, duvarların arkasına saklanmaya başladılar. Bizde ehemmiyet vermeyerek, yolumuza devam ettik, ilerledik. Mersinliyi geçip, Tuzakoğlu Fabrikası’nın önüne geldiğimiz zaman, bu fabrikadan üzerimize ateş açıldı. En önde, yaya olarak koşan 8 kahraman neferimizden dördü şehit oldu. İzmir kapısında verdiğimiz bu son şehitlerimizin ruhuna Fatihalar okuyarak, yürüyüşümüze devam ettik. Nihayet İzmir sokaklarına girdik. Bütün yollar çığlık çığlığa kaçışan Rum muhacirleri, eşya yüklü arabalar, başıboş hayvanlar, silahlı bombalı sivil, asker, binlerce şaşkın, perişan insanla mahşere dönmüştü. Bunlar arasından tozu dumana katarak, kan ter içinde, fakat pervasız, yıldırım gibi, dörtnala geçip giden Türk süvarisinin o esnadaki cesaret ve kahramanlığını tarif ve tasvir edebilmek mümkün değildir. Zira bu tepeden tırnağa kadar silahlı ve istese, evlere de sığınıp muhafazalı yerlerden üstümüze ateş edebilecek durumda olan düşman, sayıca da yüzlerce misli bizden fazla idi. Bunlara bakacak zaman bile bulamadan, nefes nefese, yalın kılıç, adeta uçuyorduk. Punta durağının köşesine vardığımız anda bir İngiliz amirali ile karşılaştık. Yanında yaveri ile bir bahriye müfrezesi vardı. Yabancılara tesadüf ettiğimiz takdirde, temas etmek üzere yanımıza verilmiş olan Atıf Bey, konuşmak için onlara yaklaştı. Bizim duracak vaktimiz yoktu. Altlarımızdaki hayvanlarda, bizden fazla sabırsız, kaldırımlarda kıvılcımlar saçarak Kordon boyunu geçiyoruz… Biraz evvelki çığlıklar yerine, şimdi alkışlar ortalığı çınlatıyordu ve burada manzara, cidden görülecek derecede mühim ve ibret vericiydi. Neye uğradığını bilemeyerek denize dökülen mağluplarla, hızını alamayarak, şahlanmış galipler, burada son karşılaşmasını yapıyordu. Denizden başka kaçacak yeri kalmamış sürü sürü düşman zabit ve neferlerini yakalayıp esir edecek vaktimiz yoktu. Kordon boyundaki bütün balkonlarda Türk ve Müttefik devletler bayrakları dalgalanıyor, alkış sesleri birbirini takip eden gök gürültüleri halinde arttıkça artıyordu. Kordon’da önlerinden geçtiğimiz İngiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikan bahriyelilerinin de artık başları eğilmişti. Biraz daha ilerledikten sonra, dikkate değer bir başka vaka ile karşılaştık. Pasaport dairesinin önünde gözüme ilişen bir sivile de silahını derhal denize atmasını ihtar ettiğim halde, bu adam elindeki bombayı, denize atacak yerde, üzerime fırlatarak beni iki yerimden yaraladı, hayvanımı da öldürdü. Bombanın kaşla göz arasında patlayışı, kendimi kılıcımla müdafaa edebilmeme vakit ve imkân vermedi. Mütecaviz de o mahşeri kalabalık arasında sıvışarak, sır oldu. Esasen böyle şeylere ehemmiyet verecek, yaraya bereye bakacak halde değildik. Her şeyden evvel, İzmir’de, bu şehrin göbeğinde, bizi dört gözle bekleyen kardeşlerimizi kurtarmak lazımdı. Bu işte, bir dakikanın bile, büyük kıymeti, ehemmiyeti vardı. İzmir’dekilerin de Alaşehir, Salihli, Manisa gibi yerdekilerin akıbetine uğramamaları için, şehrin son derece süratle teslim alınması icap ediyordu. Yürüyüşümüze aynı süratli tempo ile devam ederek Kemerönü’ne vardık. Burada tarife sığmaz bir heyecan ve sevinç içinde ağlayarak bizi karşılayan bir Türk çocuğunun, çırpına çırpına:- Gelin!… Gelin!… diye önümüze düşüşüyle, Hükümet Konağı’na ulaştık. Cephe kapısı kapalıydı. Arkadaşım Mülazım Rıza ile yan kapıya koştuk, girdik. Yine koşarak, içeriden, büyük kapıyı da açtık ve hemen bu kapı ile karşısındaki kışla kapısına ve sair lüzumlu yerlere nöbetçiler diktik. Bu esnada binlerce kadın, erkek, genç, ihtiyar bizi bağırlarına basmak isteyen bir coşkunluk içinde, ağlaşarak seller halinde üstümüze akıyordu. Bunlardan birinin öpe öpe uzattığı, gözyaşlarına bulanmış bayrağını çekmek üzere, hükümet binasının direğindeki Yunan bayrağını indirdik ve muazzam bir alkış tufanı ortasında, haklı bir gururla süzüle süzüle yükselen şanlı bayrağımızı dalgalandırdık. Her Türk gibi, bende artık muradıma ermiştim. O anda can verseydim, gayri gam yemezdim.” [12]
1.5. İzmir’in Kurtuluşu ve Mustafa Kemal
Mustafa Kemal Paşa 9 Eylül 1922 tarihinde bir cumartesi günü beraberindekiler ile Belkahve’ye varır. Bir incir ağacının altından İzmir’i seyreder. Bu sırada düşman devletlerin donanması körfezde bulunmaktadır. Sonra geceyi geçirmek için Nif’e (sonradan Kemalpaşa) gelinir. Ertesi gün Mustafa Kemal Paşa beraberinde Mareşal Fevzi (Çakmak), Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa, Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım (Gündüz) Paşa ve karargâhı ile İzmir’e girmiştir. Orada ilk Fahrettin (Altay) Paşa ile buluşulmuş ve doğruca Hükümet Konağı’na geçilmiştir.
Mustafa Kemal’in maiyetiyle birlikte İzmir’e gelmesi kentte olağanüstü bir günün yaşanmasına neden olmuştur. Kurtarıcı ve arkadaşlarını görmek isteyen İzmir halkı ellerinde el yapımı Türk bayrakları ile sokaklara çıkmış, evler sokaklar kırmızı beyaz bayrak ve çiçeklerle süslenmiş, “Hoş geldin Büyük Halaskar (Kurtarıcı), Hoş geldin Mustafa Kemal Paşa” nidaları her tarafta yankılanmıştır. Kurtuluşun ilk adımları Anadolu’da atılmış ancak savaş İzmir’de başlamış ve İzmir’de sona ermiştir. Bu bakımdan İzmir’in işgali ve kurtuluşu Millî Mücadele açısından ayrı bir öneme sahiptir.
2. İzmir’in Fatihi Yüzbaşı Şerafettin Bey
2.1. Yüzbaşı Şerafettin Bey
Şerafettin Bey Kırımlı bir anne ve Maçkalı bir babanın 1889 yılında dünyaya gelmiş oğludur. 1906’da Harp Okulu’na girmiştir. 1909’da Harp Okulu’ndan mezun olmuş, teğmen rütbesine kavuşmuştur. İlk görev yeri 1909-1911 tarihleri arasında Numune Süvari Alayı’nın 4. Bölüğü olmuştur. 1912’de Süvari Tatbikat öğretmeni olmuştur. Ardından 15. Piyade Tümeni’nde görev almış, Şehzade Osman Fuat’ın yaverliğini yapmıştır. Bu görevi sırasında Şehzade Osman Fuat Bey, Şerafettin Bey’e bir saat hediye etmiştir. Kurtuluş Savaşı’ndan önce, Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’na katılmıştır. 1913’te Gelibolu muharebelerine katılmış ve üsteğmen olmuştur. 1915’te Çanakkale’de Seddülbahir ve Kirte savaşlarında İngiliz-Fransız ittifakının karşısında savaşmıştır.1917 yılında Irak’ta Bir’üs-sebi muharebelerine katılmış, aynı yıl yüzbaşılığa getirilmiştir.[13]
Anadolu’nun emperyalist güçlerce işgal edilişine, pek çok vatansever gibi onun da yüreği yanmış, vatan savunmasında, kanlı vuruşmalarda yer almıştır. Türk Ulusunun adeta bir kader dönemi olan Sakarya Muharebelerinde, Döger Cephesinde, olağanüstü bir gayretle, bölüğünün başında savaşmıştır. Büyük Taarruzda 2. Süvari Tümeni, 4. Alayı ile de Belova, Kula, Dereköy, Sabuncubeli ve Bornova’da savaşmış; bu cephelerde adını asıl Sabuncubeli Muharebelerinde, bu muharebe sonrasında gerçekleştirilen Bornova’nın ve İzmir’in kurtarılışında duyurmuştur.
Yüzbaşı Şerafettin Bey, Kurtuluş Savaşı’nın bitiminden sonra Süvari Tatbikat Okulu Öğretmenliğine getirildi. 1927’de Fransa’ya öğrenime gitti; dönüşünde gene aynı okulda öğretmenlik görevine devam etti. 1930’da I. Süvari Tümeniyle şarkta görev yaptı. 1931’de yarbay oldu. 1933’te Süvari alay kumandan muavinliği göreviyle Ayvalık’ta, 1936’da 4. Alay kumandan muavinliğiyle Lüleburgaz’da bulundu. 1937’de albaylığa atanan Şerafettin Bey, Lüleburgaz’daki Motorlu Alay Kumandanlığı’na, 1939’da da 2. Alay kumandanlığı göreviyle Karaköse’ye tayin edildi. 1940’a kadar pek çok göreve getirilen Şerafettin Bey, emekli olmadan önce, 1940-1943 tarihleri arasında Kuleli Askerî Lisesi’nde öğretmenlik yaptı. Askerlik hayatı içinde harp, kılıçlı liyakat, Kılıçlı mecidi ve İstiklal madalyaları almıştı. 1942’de parkinson hastalığına yakalandı; doktorlar bu hastalığın nedenini, İzmir’in kurtarılışı sırasında aldığı şarapnel yaralarına bağlıyorlardı. 28.8.1944 tarihinde hastalığı nedeniyle görev yapamayacak duruma gelince, birinci derecede malul olarak Albaylıktan emekliye ayrıldı.
Şerafettin Bey, Emin Paşa ve Binnaz Hanım’ın kızı Siret hanımla evliydi.; Bu evlilikten, birisi dört aylıkken ölen iki çocuğu dünyaya geldi. Hayatta kalan tek çocuğu olan kızı Gönül’e (Manioğlu) çağdaş bir eğitim sağlayabilmek için hastalığı döneminde büyük fedakârlıklara katlandı. Maddi zorluklarla karşılaştı; sık sık İstanbul Gureba Hastanesi’nde yatmak zorunda kaldı. Ölümünden önce, TRT Radyosu’nun İzmir’i anlatan programlarında adından ya söz edilmediğine ya da söz edilse bile öldüğünün söylendiğine tanık oldu; hatta silah arkadaşı ve komutanı Fahrettin Altay’ın kaleme aldığı anılarında, kendisinin vefat etmiş olarak yazdığını okudu. Ölümünden sonra da vefasızlık örnekleri yakasını bırakmadı; TRT televizyonu yaptığı programlarda, İzmir Hükümet Konağı’na Türk bayrağını çeken kişi olarak, medyaya ve kamuoyuna mal olmuş kimi kişilerin adlarını verdi. Gerçek dışı bu savlar üzerine kızı Gönül Manioğlu’nun bütün girişimlerine karşın, yetkililerin yanlışın düzeltileceği sözünü vermelerine karşın, bu yanıltıcı tutumdan vazgeçilmedi.
Eşi Siret Hanım’ın 1947’de ölümünden sonra, daha da zor günlerle karşı karşıya kaldı. Nihayet, 6 Kasım 1951’de, yurt savunmasında büyük özveriler göstermiş bu kahraman Türk askeri, bir köşede unutulmuş olarak vefat etti. Eşinin yanına, İstanbul’daki Yahya Efendi Kabristanı’ndaki aile mezarlığına gömüldü.