TR

İzmir’in Unutulan Kahramanı: Yüzbaşı Şerafettin Bey

Özet

Bir toplumun tarihi o toplumun bilinci için son derece önemlidir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi biz Türkler, bütün tarihimiz boyunca hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz. Sömürgeci devletler ile milletini ve onurunu korumak isteyen bir ulusun savaşına destanlarda bile az rastlanır. Kurtuluş adına kan döken onca Ayşe Hanımlar, Sütçü İmamlar, Antepli Şahinler; nice askerler, erler, subaylar ve adı duyulmamış halk kahramanları…

İzmir’e ilk giren Türk Süvarisi Yüzbaşı Şerafettin Bey, kurtuluşun ilk günlerinde adı sıkça dönemin gazetelerinde yer alan ancak bugün konunun uzmanları dışında birçok kimse tarafından tanınmayan değerli bir şahsiyettir. Bu kahraman Türk subayı o günler de İzmir Fatihi olarak isimlendirilmiş, kendisine Mustafa Kemal Paşa tarafından İzmir soyadı verilerek adı adeta İzmir’le özdeşleştirilmiştir. Yüzbaşı Şerafettin ve arkadaşlarının ellerinde İzmir Hükümet Konağı’nda dalgalanan Türk Bayrağı, tüm dünyaya yeni bir dönemin başladığını haykırmaktadır.

Anahtar sözcükler: Yüzbaşı Şerafettin Bey, İzmir’in Kurtuluşu, Mili Mücadele                                                             

 

 1. İzmir’in İşgali ve Kurtuluşu

1.1. Paylaşılan İmparatorluk

Osmanlı Devleti 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı’na savaş başladıktan bir müddet sonra Almanya’nın yanında yani İttifak grubunda dâhil oldu. Dört yıl süren ve birçok cephede yenilgiyle sonlanan savaşın ardından 30 Ekim 1918 tarihinde yirmi beş maddeden oluşan ve ağır hükümler içeren Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayarak müttefikleri gibi savaştan yenik ayrıldı.  Mütareke şartları ile de Osmanlı Devleti fiilen yok sayılıyordu. Ordu terhis edilecek, kolluk kuvvetlerinin sayısı azaltılacak, donanma ve cephane teslim edilecek gibi hükümler ile özellikle stratejik bölgelerin güvenlik gerekçesiyle işgale açık hale getirilmesi (7. madde) Osmanlı Devleti’ni asli niteliklerinden yoksun hale getiriyordu. Bir teslimiyet belgesi olarak adlandırılan mütarekeden hemen sonra, daha I. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında yaptıkları gizli antlaşmalarla aralarında nüfuz bölgeleri olarak paylaştıkları bölgeleri İtilaf Devletleri ve onların işbirlikçileri Türk topraklarını işgale başlamışlardır.[1]

İngiltere; Musul, İskenderun, Urfa, Antep, Maraş, Kars ve Batum’u işgal etmiştir. Batum ve Kars’ı işgal etmesinin nedeni Kafkaslardaki petrol yataklarının denetimini elinde tutmak ve Doğu Anadolu’da kurulması düşünülen Ermenistan devletine zemin hazırlamaktı. İngiltere, daha sonra işgal etmiş olduğu Urfa, Antep ve Maraş’ı Fransızlara bırakmıştır. Ayrıca İngiltere Afyon, Eskişehir, İzmit, Samsun ve Merzifon’a da asker göndermiş ve buralarda denetimi sağlamaya çalışmıştır. Musul, Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra ilk işgal edilen bölge olmuştur. Fransa; Mersin, Dörtyol, Adana çevresi ile İngiltere’den devraldığı Urfa, Antep, Maraş bölgelerini işgal etmiştir. Ayrıca Doğu Trakya’daki tren istasyonları ile Afyon tren istasyonunu işgal etmiştir. İtalya; Bodrum, Kuşadası, Marmaris, Fethiye, Konya, Antalya çevresini işgal etmiştir. Yunanistan, Paris Barış Konferansı’nda alınan kararlar uyarınca 15 Mayıs 1919’da İtilaf Devletleri’nin gözetiminde İzmir’i işgal etmiştir.

1.2. İşgal

İzmir, Millî Mücadele’nin başlangıç ve bitiş noktasında yer alan bir şehir olarak önemli bir tarihi misyona sahiptir. I. Dünya Savaşı devam ederken İtilaf Devletleri 12 Nisan 1915’te Yunanlılara, derhal savaşa girmeleri şartıyla İzmir ve çevresini vermeyi vaat etmişlerdi. İngilizler, Yunanlıların kendilerine hedef olarak belirledikleri “Megalo İdea” (Büyük Yunanistan fikri) doğrultusunda birtakım vaatlerde bulunmuşlardı. İngiliz hükümeti 15 Ocak 1919’da Yunan hükümetine gönderdiği notada, İzmir ve Batı Anadolu’nun verilebileceğini belirtmişti. İngiliz Başbakanı Lloyd George, Balkanlar ve Anadolu’ya hâkim olan güçlü bir Yunanistan’ın Akdeniz’de İngiliz ticaret ve sömürge yollarının bekçiliğini yapacağına inanıyordu. [2]   Ancak Yunanistan’ın hemen savaşa girmemesi ve İtalya’nın İttifak grubundan İtilaf grubuna geçmesiyle birlikte 19 Nisan 1917 tarihli St. Jean de Maurienne Antlaşmasıyla İtalyanlara bırakıldı. Mondros Mütarekesi sonrasında İngilizler hem sömürge yolu güvenliği hem de Akdeniz’de güçlü bir İtalya istemediklerinden dolayı İzmir ve çevresini İtalyanlara bırakmak istemediler. Mütareke sonrası İtilaf Devletleri’nin görünüşte asayişi korumak için yaptığı işgaller, gerçekte bir ilhakın bütün özelliklerini taşıyordu. Bundan cesaret alan ve Türk toprakları üzerinde hak iddia edenler, azınlıklar da harekete geçerek amaçları doğrultusunda faaliyet göstermeye başladılar. 3–4 Şubat 1919 tarihinde Paris Barış Konferansı’nda Yunan Başbakanı Venizelos, sözde Wilson İlkeleri’ne dayanarak Rumların sayıca bölgede fazla olduğunu ayrıca Hıristiyanların katledildiği tezi üzerinden yola çıkarak, İzmir’i de kapsayan Batı Anadolu’nun bir kısmı ve On İki Adalar, Doğu Karadeniz ile Batı Trakya üzerinde haklarının olduğunu iddia etti. Zira Venizelos İngiltere’nin I. Dünya Savaşı’na girmeleri karşılığında Batı Anadolu’nun batı kısmını kendilerine vermeyi taahhüt ettiklerini hatırlatmış ve buranın kendilerine terkini istemiştir. Paris Barış Konferansı’nda, Venizelos’un isteklerinin incelenip değerlendirilmesine yönelik olarak bir komisyon görevlendirilmiş, komisyon yapmış olduğu çalışmalar sonunda ve bazı değişiklikler yapılmak suretiyle İngiltere’nin propaganda ve girişimleri sonunda, üç büyükler (İngiltere, Fransa ve Amerika), İzmir’in Yunanistan’a verilmesini kararlaştırarak Yunan isteklerini kabul etmişlerdir.  14 Mayıs 1919 tarihinde Üç Büyükler işgal olayının Amiral Calthorpe (İngiliz Yüksek Komiseri) tarafından yürütülmesi konusunda anlaştılar. Buna göre Yunan birlikleri 14 Mayıs’tan evvel İzmir Körfezi’ne girmeyecek, Türkler de bu durumdan 12 saat evvel haberdar edilecekti. [3] 

İzmir’in işgali hakkında Paris’te birtakım fikirlerin tartışıldığı haberini alan Osmanlı Hükümeti İngilizlere duyduğu güvenden dolayı buna ihtimal vermiyordu. Hâlbuki basın bunun gerçekleşme ihtimali üzerinde durarak kamuoyunu uyanık tutmak amacıyla yayınlarında sürekli bu olayı işliyordu. Basının bu haklı endişeleri sonunda İzmir ve çevresinde birtakım Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin kurulduğu gözlenmiştir. İşgalden üç – dört ay öncesine kadar İzmir valisi ve kumandanı olan Nurettin Paşa, muhtemel işgal hadisesine karşı halkı uyanık tutmaya çalışıyordu. Nitekim Nurettin Paşa, Türkleri örgütlemesinden dolayı İzmir Rum Metropoliti Hirisostomas tarafından Müttefik İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’na şikâyet edilmiş, bunun üzerine İngilizler, Osmanlı Hükümeti’ne baskı yapıp Nurettin Paşa’yı görevden aldırarak; valiliğe Kambur İzzet Bey’i, ordu komutanlığına da Ali Nadir Paşa’yı getirtmişlerdir. İşgal sabahına rastlayan gece, İzmir’de bulunan XVII. Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa, bütün subaylara emir vererek kışlada toplanmalarını istemişti. Böylece subayların tamamı daha geceden kışlada toplanmışlar, sabahki olaylara seyirci kalmışlardı. İzmir’in Yunanlılara verilmesi konusunda istekli davranan İngiltere, 14 Mayıs’ta İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Richard Webb aracılığıyla, Sadrazam Ferit Paşa’ya İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edileceğini bildirmiştir. Aynı şekilde Calthorpe, İzmir’in işgaliyle ilgili olarak İzmir Valisi’ne ve XVII. Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa’ya müttefiklerin istihkâmları işgal edeceğini haber vermiştir. [4]  İzmir’in işgal edileceği haberi İzmir’de bomba etkisi yaratmıştır. 14–15 Mayıs tarihlerinde Redd-i İlhak Cemiyeti İzmir’de yayınladığı bir bildiride halkı işgale karşı birlik olmaya çağırmıştır. Bunun üzerine Yahudi Maşatlığı’nda (Bahri Baba Parkı) toplanan halk İzmir’in işgalini protesto ederek işgale karşı çıkmıştır.  15 Mayıs 1919 sabahı ilk saatlerden itibaren İzmir şehri büyük bir gerginlik içerisine girmiştir. Yunanlıların İzmir’e asker çıkaracağı söylentileri basında devamlı konu edilmiştir. Diğer taraftan işgalin olduğu gün, Vali İzzet Bey’in Köylü Gazetesi’nde çıkan tekzibinde Yunanlıların İzmir’i işgal edeceği söylentilerinin yalan olduğu ifade edilmişti. Türk tarafında sessizlik hâkim iken Rum ve Yunan uyruklular, ellerinde bayraklarla tezahürata başladıkları gibi, Rum kızları da mavi beyaz kumaştan elbiseleri ile sahil boyunda toplanıyorlardı. Sahil boyunda bulunan bir bando devamlı Yunan marşları çalarken; İzmir Ortodoks Metropoliti Hrisostomos ve öteki papazlar da işgal birliklerinin karaya çıkacakları Pasaport Meydanı’nda bekliyorlardı. Bunların yanında Yunan millî kıyafeti içerisinde silahlı Rum gençleri ve diğer azınlıklar bulunuyordu. Sabah saat 6.00 sularında İngiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikan gemileri eşliğinde ilerleyen Yunan gemileri; saat 7.00 civarında ilk birliklerini karaya çıkararak Alsancak ve Pasaport karakollarını işgal ettiler. İşgalin fiilen başlaması üzerine, Rumlara ait fabrikalar başta olmak üzere kiliseler düdük ve çanlarını çalmaya başladılar. Metropolit Hrisostomos ve yanındaki papazlar da karaya ayak basan Efzun Alaylarını takdis ettikten, geleneksel tuz ve ekmek sunma merasimi yapıldıktan sonra, Albay Stavrianos komutasında Konak istikametine yürüyüşe geçtiler. “Zito Venizelos” sloganları ile bir saatte Konak Meydanı’na gelen Efzun Alayı birliklerinin önünde gönüllü Rum gençlerinden oluşan milisler gidiyordu. Konak Meydanı’nı Kemeraltı caddesine bağlayan köşe dönülürken, alayın en önünde yerlere kadar uzanan Yunan bayrağını taşıyan Teğmen Yannis, Hasan Tahsin tarafından açılan ateş sonucunda bayrakla birlikte atından yuvarlandı. Gürültüler arasında zor duyulan bu tabanca ateşinin ardından ortalık karışmış; Efzun Alayı gerisin geri dönerek denize kadar çekilmiştir. İşgale karşı halkın direniş sembolü olan ve ilk kurşun diye anılan bu olaydan sonra İzmir’de büyük bir Yunan terörü estirildiği, çok sayıda Türk’ün öldürüldüğü, yaralandığı, insanlık dışı hareketlere maruz kaldığı bilinmektedir. [5] Bu arada kolordu karargâhını kuşatan Yunanlılar, kışlayı ateşe tutarak pek çok subayın ve askerin ölümüne sebep olmuşlardı. O sırada beyaz mendille ateşkes isteğinde bulunulmuş; bilâhare süngü takarak yanlarında Rum çeteleri de olduğu halde kışlaya giren Yunanlılar pek çok asker ve zabiti dipçik ve süngü darbeleri ile şehit etmişler; üstlerinde olan her türlü eşyayı da gasp etmişlerdi. Bütün bu gelişen olaylardan sonra, elinde beyaz bayrak ile Yunan askerlerine yaklaşan Ali Nadir Paşa, teslim olmak ve kendini tanıtmak isterken tekme tokatla karşılanmıştır. Bu ilk işgal günü 28 yüksek rütbeli subay, 128 subay, 540 er ve 2.000’e yakın sivili de elleri başları üzerinde Zito Venizelos diye bağırtarak İzmir körfezinde demirli bulunan Patris adlı askeri gemiye götürmüşlerdir. Bu insanların çoğu dehşet verici işkencelere uğramışlardır. Yunanlıların İzmir’e çıkışından yaklaşık üç ay kadar sonra teşkil edilen ABD Yüksek Komiseri Bristol başkanlığındaki Yunan Zulümlerini İnceleme Komisyonu da hazırladığı raporu uluslararası kamuoyuna açıklamaktan çekinmiştir. Hatta İngiliz Yüksek Komiseri Webb, 1919 yazında gönderdiği bir raporunda, Venizelos’un bütün İzmir ve civarını mezbahaneye çevirdiğini yazmıştır.[6] Yunan güçleri şehri denetim altına almak için tutuklamalar yapmış, karşı çıkanları öldürmüş, okulları, meskenleri ve idari binaları işgal etmiş, özellikle de resmî dairelere el koyduklarında; orada bulunan Türk bayraklarını çiğneyerek içeri girmişlerdir.

1.3. İşgalin Yayılması ve Tepkiler

Türk kuvvetleri Mondros Mütarekesi gereğince etkisiz hale getirildiği için güçlü bir askeri direnişle karşılaşmayan Yunanlılar, İzmir’i ve hinterlandını işgale başladılar. Üç koldan ilerleyen Yunan kuvvetlerinin ilk kolu Gediz’den başlayarak Menemen, Manisa, Turgutlu, Salihli ve Alaşehir’e, ikinci kol Menderes vadisinden başlayarak Torbalı, Bayındır, Ödemiş’e üçüncü kol Torbalı’dan Aydın’a ilerlediler. Hükümetin seyirci kaldığı işgallere yerli Rumlar rehberlik ettiler. Türk topraklarının işgali başlamadan hemen önce örgütlenmeye girişen Rum ve Ermeni azınlıklar, İzmir’in işgalinden cesaret alarak oldukça faal hale geldiler. Anadolu’ya yoğun bir şekilde Rum iskânı yapılmış, propagandacı ve eylemci Rumlar silah ve cephaneleriyle özellikle Batı Anadolu da etrafa dehşet saçıp Türk ve Müslüman ahaliyi sindirerek öteye beriye dağılmasını istemekteydiler. Bu şekilde Anadolu’nun içlerine göç ettirilen Türk ve Müslüman sayısının 100 binin üstünde olduğu belirtilmektedir. Böylece Anadolu’ya sokulan Rumların iskânı kolaylaşacak, aynı zamanda Mondros Mütarekesi’nin yedinci maddesine işlerlik kazandırılarak işgale zemin hazırlanacaktı. Rum azınlığın hedefi, Yunan işgalini kolaylaştırmak ve bunun mümkün olduğu kadar geniş alanlara yayılmasını sağlamaktı.

İzmir’in özellikle de yüzyıllarca Osmanlı hâkimiyeti altında güven ve huzur içinde yaşamış Rumlar tarafından işgali Anadolu halkının büyük tepkisine neden olmuştur. İşgal, vatanseverleri düşünmeye ve çareler aramaya yöneltmiştir. Yazılı basın Millî Mücadele hareketinin en önemli propaganda aracı idi. İzmir ve çevresinin Yunan orduları tarafından işgal edilişinin basında gereği kadar ilgi uyandırdığı dönemin önemli gazete ve mecmualarında görülmektedir. Basında İzmirsiz Türk Anadolu Olmaz sloganı sürekli işlenmiş ve canlı tutulmuştur. İzmir ve çevresinin işgali, Türk milletinin başta Yunanlılar olmak üzere diğer işgalcilere karşı teşkilatlı direnişe geçmesi hususunda tetikleyici bir rol oynamıştır. Mondros Mütarekesi’nden İzmir’in işgaline kadar geçen süreç değerlendirildiğinde İzmir’in işgalinin Millî Mücadele’nin ve Kuvayı Milliye harekâtının başlaması noktasında yaptığı etki kayda değerdir. Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri ve gönüllülerden oluşan bölgesel silahlı direniş kuvveti olarak adlandırılan Kuvayı Milliye direnişin genel anlamda güç odaklarını oluşturmaktadır. Bu güç odaklarının etkisiyle başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun hemen her yerinde protesto gösterileri ve mitingler tertiplenir. Ayrıca işgali protesto eden telgraflar iç ve dış makamlara gönderilir.

İzmir işgale uğrarken Bandırma vapuruyla İstanbul Galata rıhtımından yola çıkan Mustafa Kemal Paşa ve heyeti Kız Kulesi yakınlarında İngilizler tarafından kontrole tabi tutulmuşlar; İngiliz istihbaratının pasaport servisi, İstanbul’dan Mustafa Kemal’in hareket edebilmesi için vize vermekte tereddüt etmiştir. Mütareke döneminde İstanbul’dan ayrılacak herkes için vize alma zorunluluğu getirildiğinden, Mustafa Kemal ve heyeti için de böyle bir başvuru yapılmıştır. Pasaport servisinden Yüzbaşı J.G. Bennet Samsun’a gidecek heyetin listesine baktığında; bunların kendisinde barış yapacak bir kuruldan çok, savaş yapacak bir heyet izlenimi bıraktığını söylemiştir. Öte yandan İşgal Kuvvetleri Komutanlığı’na her ne kadar İstihbarat Subayı Deedes endişelerini dile getirmişse de bu sırada padişahın ve sadrazamın güvenine layık olmuş bir heyetin karşılarında olduklarını gördüklerinden bunun bir problem teşkil etmeyeceğine karar vermişlerdir. İngilizler Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışından sonra yanıldıklarını anlamış olsalar da iş işten geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa üç günlük bir yolculuktan sonra 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basar basmaz görev alanı içindeki mülki ve askeri makamlara bölgelerindeki asayiş durumunu belirten bir rapor göndermelerini istemiştir. 20 Mayıs’ta Sadarete gönderdiği telgrafla da İzmir’in Yunanlar tarafından işgalinin ordu ve milletçe kabul edilemeyeceğini bildirmiştir. Aynı tavır daha sonra yayımlanan tamim ve düzenlenen kongrelerde de yinelenmiştir.

İşgallere karşı harekete geçen vatanseverler arasında görüş birliğine ulaşabilmek için yerel ya da bölgesel kuruluşlar oluşturulmuş, yerel nitelikteki Millî Mücadele dernekleri Ankara’da TBMM açılmadan ve düzenli ordular kurulmadan önce kongrelerini yapmışlar ve örgütlenmelerini gerçekleştirmişlerdir. Fakat direniş fikriyle Kuvayı Milliye’nin mücadele formülünü ve hedeflerini belirlemek açısından Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın halk hareketinde önemli yer almışlardır.  Türkler büyük harpten yenik çıkmış, bitkin düşmüştü ama herhangi bir koloni ülkesinde olmayan “binlerce yıllık bir devlet geleneği” ne sahip olmanın ve “asker bir toplum” olmanın yüksek ve hızlı örgütlenme niteliğine sahipti. [7]

İzmir’in işgali Anadolu’daki ulusal bilincin uyanmasına ivme kazandırmış, Yunanistan’ın Anadolu’ya asker çıkarması, Türkler için kabullenilmesi ya da sessiz kalınması mümkün olmayan bir girişim olmuştur. Her sonuca katlanabilecek gibi görünen yorgun ve yoksul Türk halkında, işgalden hemen sonra şaşırtıcı bir hareketlilik başlamıştır. Nerede ve nasıl gizlendiği bilinmeyen bir güç, ulusal varlığı savunma duygusu, kendiliğinden harekete geçmiş ve doğal bir dürtü gibi toplumun hemen her kesiminde, mücadeleye dönük, dinamik bir güç yaratmış, ülkenin her yerine yayılmıştır. [8]

Türk milleti işgal hareketleri karşısında vatanını kurtarmak için 1919 yılında yer yer direniş hareketleri başlatmış, bu hareketler 19 Mayıs 1919 tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a ayak basmasından kısa süre sonra merkezi bir nitelik kazanmıştır.

İzmir’den Anadolu’nun iç kısımlarına doğru ilerleyen Yunan kuvvetleri ile Kuvayı Milliye arasında bir cephe oluşmuştur. Bu sırada bölgede direnişin örgütlenmesi ve Kuvayı Milliye’nin desteklenmesi için kongreler toplanmıştır. İşgal sonucu ortaya çıkan bu gelişmeleri İtilaf Devletleri’nin İstanbul’daki temsilcileri kaygıyla izlemekteydiler. Bu arada işgal bölgelerini genişleten Yunanlılar, Sevr Barış Antlaşması’ndan sonra da Batı Anadolu ‘da yerleşme yolunda girişimler başlatmış ve bu yönde uygulamalarda bulunmuşlardır. İngilizlerin de desteği ile barış antlaşmasının şartlarını uygulamak ve Ankara’daki meclise kabul ettirmek amacıyla harekete geçmişlerdir.[9]

] }

AKADEMİK KAYNAK
 

 TR